Açıklama: İbrahim Evsan, Almanya merkezli video ve resim paylaşım sitesi Sevenload'un kurucusudur. Bu yazısı konuk yazar olarak Webrazzi’de yayınlanmıştır.
“Sahip olmak veya var olmak”: Meister Eckert ve Erich Fromm’un başkalarının belirlediği bir yaşama duygusunun ortaya çıkardığı sorulara verdikleri cevapların özüdür. Biz artık internete “sahip olmaktan” yani salt tüketimden, internet “olmaya” geçtik.
Biz “çevrimiçicilerˮ tek tek ve hep birlikte belirli bir tarihsel dönemin içinde yer alıyoruz: internet çağında. Ekonomik ve toplumsal beklentileri özümseme sürecinin belirlediği davranış biçimimizle, yeni bir yaşam alanı olan dijital dünyayı tamamen anlayabilmek için sadece içinde bulunduğumuz tarihsel döneme değil, aynı zamanda elimizden geldiğince, geçerli olan zamanın ruhuna da ayak uydurmamız gerekiyor.
Böylelikle her şeyden önce internette de bizi kuşatan ekonomik ve toplumsal sistemi tutkuyla ve coşkuyla desteklemiş oluyoruz: Mükemmelleşme, şeffaflık, verimlilik ve başarı odaklı bir mekanizmanın bir parçası haline geliyoruz.
Bu hedefler günlük yaşamımızda da belirleyici oluyor. Ancak biz çevrimiçiciler işyerinde, konferanslarda ve sosyal ağlardaki çalışmalarımızda insani duygu ve düşüncelere haiz insanlar olduğumuzu sürekli unutuyoruz. Verimlilik ve başarı arayışı bütünüyle olumlu bir hayata bakış açısını ve büyük bir kişisel özveriyi gerektiriyor. Peki “kötü bir dönemˮ geçirdiğimizi etrafımızdan gizli tutmayı başaramadığımız zamanlarda bu hedeflere ne oluyor? Zayıflıkları itiraf etmek, hataları kabul etmek, zorluklar yaşamak, üzgün olmak, kendini güçsüz hissetmek gibi tüm insani duygu ve davranış şekilleri çevrimiçi dünyanın içinde olan bir kişi için uygun değil. Oysa bunlar insanın gerçek yaşamının bir parçası olduğundan, aslında dijital yaşama da yansımaları beklenir. Ancak orada zayıflıklara ve eksikliklere yer yok, oraya başarı, kazanma duygusu ve sevinci hâkim. Böylece çevrimiçicinin sürekli ve daima olumlu düşünmekten ve bunu çevrimiçi ortamda dile getirmekten başka çaresi kalmıyor. Ve bu çevrimiçicinin kendisindeki ve diğer insanlardaki her türlü en ufak zayıflık ve başarısızlık göstergesini bilinç dışına atmasına neden olabiliyor. Bilinç dışına atılmakla birlikte bunların dijital dünyada varolma hakları da ortadan kalkıyor, internetin sadece olumlu ve güzel şeylere müsaade eden “hijyen kurallarıˮ bireyin psikolojik hijyenini mahvederek bir kere daha onaylanmış oluyor.
Bu gelişme sadece her bir çevrimiçiciyi değil, kendisini dijital dünyaya adayan herkesle olan ilişkileri de etkiliyor. Kendisini gerçek anlamda çevrimiçici olarak gören kişi başkalarından da kendilerini her daim iyi hissetmelerini ve bunu her fırsatta dile getirmelerini talep ediyor. Çevrimiçicinin etrafında ilginç ve kendisine ilham veren insanlara ihtiyacı var ve tüm zayıflıklardan ve başarısızlıklardan alenen uzak durması ve bunlardan kendini soyutlaması gerekiyor. “Oyun kurallarınaˮ uymayan herkese uygulanan yaptırımlarıyla, işte bu internetin kağıda dökülmemiş kanunudur.
Tüm bu gelişmeler çevrimiçi dünyada yepyeni bir insan tipinin oluşmasına neden oluyor. İnternetin şekillendirdiği bu insan tipi yukarıda sözü geçen tüm beklentileri kolaylıkla ve doğal olarak yerine getiriyor. Dahası bu yeni insan tipi başkaları için gittikçe daha cazip hale geldiğinden ve örnek alınacak bir “idealeˮ dönüştürüldüğünden gittikçe yaygınlaşıyor.
Bu gelişme şimdiden yaşanmakta, burada gelip geçici bir moda söz konusu değil. Bu insan tipi internette yer edinmekle kalmayacak, aynı zamanda kendinden sonra gelen nesiller için de belirleyici bir unsur haline gelecek. Bunun yanı sıra bu gelişme internetin davranış ve iletişim kurallarının dijital dünyadan gerçek dünyaya uyarlanması gibi bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. Bu yöndeki eğilimler gerçek dünyada şimdiden görülüyor ancak insan davranışlarının çeşitliliği sayesinde ve dijital dünyanın salt iletişimden oluşan “darˮ bir yaşam alanı olması nedeniyle burada dijital dünyada olduğu gibi hızla yayılmıyor. Ancak bu yeni insan tipi dalgası internetten gerçek yaşama ulaştığında bu gelişme gerçek yaşamda da hız kazanacak.
Bu toplumsal fenomen, felsefi bir fenomene dönüşmeden önce sosyologlar, psikologlar ve psikanalistler için henüz oluşma aşamasındayken, toplumda kök salması beklenmeden ele alınması gereken oldukça geniş bir alan teşkil ediyor. İnsanlık tarihinin tarafımızdan bilinen hiçbir döneminde makineler bugünkü kadar geniş kapsamlı ve yaşamın tüm alanlarında belirleyici bir rol oynamadı. Bugün tüm dünyayı birbirine bağlayan makineler sadece bir arz ve talep yönetme aracı olmaktan çıktı ve ekonominin felsefi merkezi ve böylece birçok insan için yaşamın anlamı haline geldi.
Makineler insan hayatının çoğu alanının temel ve yapısal prensibi haline geldi. Makineleri kullanan bizlerin esnek ve girişken, sosyal ve bireysel olması ve sağlam bir egoyu beraberinde getirmesi gerekiyor. Şimdiye kadar makinelerin kullanıma hazır olması için tanımlanmış olan 24/7 kuralı artık bizim için de geçerli. Oysa bu kural doğası gereğiyle insana uygulanabilecek bir kural değil, çünkü insanın fiziksel ve zihinsel anlamda yaşamını sürdürebilmesi için dinlenmeye ve ara vermeye ihtiyacı var. Biz ise makinelerin özelliklerini insanlara devretmekteyiz. Tüm sözü geçen özellikler başarılı bir çevrimiçi hayatın vazgeçilemez ön koşulları olduklarından yavaş yavaş günümüz insanını yönlendiren değerler haline geliyor.
İnsan asla insan olduğunu ve hayatını tam anlamıyla YAŞAYABİLECEĞİNİ unutmamalı.
Psikolojik açıdan bakıldığında, bu makinelere yönelim insanın gerçek varlığının yani gerçek yeteneklerinin, özelliklerinin ve ihtiyaçlarının değil de satılabilir olanın, ilgi uyandıranın, paketi veya sunumu güzel olanın önemli olduğu anlamına geliyor. İnsanın tüm duygu ve düşünceleriyle asıl varlığı yani asıl “insan oluşuˮ değil de sadece dışarıya yansıyışı ve sunumu rol oynuyor. Gerçek anlamda olan değil de uyandırılan ve aşılanan imaj başarıyı beraberinde getiriyor. Böylece çevrimiçi varoluş, gerçek varoluşun ve insanın gerçek davranışlarının değer kaybetmesine yol açıyor. Öte yandan bu kendi olamama ve kendini yaşayamamanın beraberinde getirdiği eksikliği insan aklı telafi etmeye çalışıyor. Bu telafi insan olmaktan ziyade sahip olmakla sağlanıyor.
Sahip olma hızla “daha fazlasına sahip olmayı istemeyeˮ yani sonu gelmeyen ve yanlış yöne dönen bir girdaba dönüşüyor. Olmak gölgede kalırken sahip olmak öne çıkıyor. Bu bir kısır döngü, hayatın hassas dengesini tamamıyla kaybeden, sadece sahip olmanın dikte ettiği insanlar, “insan olmayıˮ gerektiren gerçeklikle hiçbir şekilde iletişime girmeden adeta bir uydu gibi kendilerinin ve internetteki yüksek çözünürlüğe sahip resimlerinin, avatarlarının etrafında dönüp duruyor.
Bireysel varoluşun kişisel tanımlaması, çıkışları ve inişleriyle insanın kendi belirlediği bir hayatın ön koşulu. İnsan aklının gelişebilmek için bu inişlere ve çıkışlara ihtiyacı var, yaşanan kriz dönemleri insanın kişisel gelişiminde büyük bir adım için sık sık temel bir koşul oluşturuyor. En insani ve en değerli özelliğimizin ayaklarımızın yere basmaya devam etmesini sağlayabileceğini unutmamak gerekiyor: sevgi duyabilmek ve sevmek. Sevgi makinelerle üretilemez ve asla sahip olma kategorisine girmez.